Yunus bir uçurumda yatar. Onun yattığı yere yüksek tepelerden inilir. Gece yarısı yaylı araba, korkulu yollardan sarsıla sarsıla düşerken, uzakta, ta derinlerde bir ışık gösterdiler: "İstasyon" dediler, "Yunus'un türbesi onun yanındadır." Çocuk gözlerimle ona baktım ve ürperdim. Kulaklarımda bir efsanenin uğultusu vardı. Dağlar, taşlar, ağaçlar manasını bilmediğim bir ilahi söylüyorlardı. Köye yerleştikten sonra, uçurum, Yunus, istasyon ve ben, birbirimizle kaynaştık.
Zamanla orkestramıza daha başka sesler de karıştı. Yakıcı yaz güneşinde sıtmadan toprağa uzanmış köylüler gördüm: Toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi elâ gözleri daima bir veliyi hatırlatan köylüler. Çatlak dudakları ile güldükleri zaman, taşlar canlanıyormuş hissiyle insanı korkutan köylüler ve akşam güneşi bataklıkta yanarken milyonlarca zehirli sineğini göklere salıveren porsuk.
Gece, ellerimizde ayran bakraçları, trene çıkardık. Issız bozkır karanlığında, seyyar, ışıklı saraylar gibi, birden karşımızda duruveren vagonlar bizi büyülerdi. Pencereden, uyku içinde donmuş veya bir rüyadan bakar gibi çehreler uzanır, ölü gözler ile soğuk boşluğu yoklar, tekrar kayıtsız içeri çekilirlerdi. Birşey göremezlerdi. Orada, uçurumun içinde, Yunus'un ve bizim bulunduğumuzu fark etmezlerdi. Nereden fark edeceklerdi? Etseler ne yapacaklardı sanki?
Bu aydınlık, masal kâşaneleri uzaklarda eriyince, biz yine mağaramıza dönerdik: Kerpiç damlarımıza, uykularımıza, hastalığımıza ve sefaletimize. Yıllar var, bu uçurumdan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Arabalar, evler, istasyonlar, şehirler, mektepler, kitaplar ve insanlar beni uzun bir vadiden geçirdiler. Bu vadide asırlarca yürümüş gibiyim. Bir daha dönmedim.
Bir daha oraya dönmedim. Fakat uçurum benimle her yeri dolaştı. Ne zaman içime baksam, karşıma onun karanlık boşluğu, titreyen istasyon ışığı, Yunus, köylüler ve porsuk çıkar. Milyonlarca sivrisineğin yüzüme hücum ettiğini hissederim.
Yaylı, tıpkı ilk gecede olduğu gibi, yüksek tepeden iner; kulaklarımda anne sesiyle söylenen bir efsane uğuldar; dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, o zaman manasını bilmediğim, fakat şimdi çok iyi anladığım ilahiler söylerler:
Ben Yunus-u bîçareyim,
Dost elinden avareyim.
Baştan ayağa yareyim.
Gel gör beni aşk neyledi.
Bu uçurumun şarkısı beni her zaman ürpertti. Ben onu Yunus'un kendi ağzından dinledim. Ben "bîçare, baştan ayağa yare ve dost elinden avare" Yunus'u gördüm. Ben bu uçurumun türküsünü toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi el gözleri Yunus'unkinin tıpkısı olan insanlardan duydum.
Bunaltıcı bozkır öğlesi Porsuk sularını kaynattığı zaman, onlar, toprağa uzanırlar, sıtmalı, çatlak ve yorgun sesleri ile bu türküyü mırıldanırlardı. Harap türbesinde yatan Yunus da onlara karışırdı.
Yıllar geçti. Türlü şarkılar dinledim. Mes'ut evlerin pencerelerinden sızan şarkılar, meyhane şarkıları, ıssız sokaklarda söylenen külhanbeyi şarkıları, güzel kadınların, çirkin kadınların, çocukların, yaşlıların, artistlerin ve vatmanların şarkılarını dinledim. Ağlayan, gülen, söğen ve okşayan şarkılar. Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunus'ların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus çoğalmış, köyler Yunus'la dolmuş hissi ile uyandım.
Uyandım, fakat etrafımda şehir vardı; şehirli vardı. Asfalt yolları pırıl pırıl, apartmanları göklere tırmanan,meydanları otomobil, kamyon, otobüs, tramvay, dilenci, fahişe, bey, işsiz, hamal ve talebe ile tıklım tıklım dolu şehir. Her biri kendi içine kapanmış körler gibi dolaşan insanlar. Kendimi onlar arasında buldum.
Yıllar var, büyük, sonsuz karışık bir labirentin içinde çıkacak bir yer bulmak için uğraşıyorum. Zaman zaman içimdeki uçurum beni çağırır ve "Çıkış yeri benim, der. Haydi, atlayıver, korkma!" Ve kalbim kendi kendine şöyle söylenir: Bir yaylıya binsem, kırbacı elime alsam, atlara "deh!" desem, yollardan geri dönsem, o mukaddes uçuruma insem...
Mukaddes Uçurum (Deneme)-Mehmet Kaplan