BİR TİCARET KERVANI
Geçen yazın sıcak bir günü... İki saatten beri bir tepe üzerinden Adana ovasını seyrediyordum. Biraz evvelki ışık bolluğu karşıdaki şehri adeta seçilemeyecek bir hale, karmakarışık bir cam, taş, maden yığını haline getirmişti. Şimdi, güneş indikçe renkler beliriyor, şekiller meydana çıkıyor; şehir, adeta adım adım yaklaşıyordu.
İçime akşam garipliğiyle beraber, bir de korku çökmeğe başlamıştı. İki saatten beri devam eden tekerlek tamirini bitirememek, geceden evvel şehri tutamamak korkusu.
Şoföre:
─ Yaya gidilirse Adana'ya kaç saatte varılır? diye sordum.
O, evvela ciddi bir tavırla...
─ Eh, sabaha karşı varılır! dedi. Sonra gülümsiyerek ilave etti:
─ Merak etmeyin... Tamir bitmek üzere... Evvel Allah sizi dağ başında bırakmayız...
Tekerlek, yolun ortasında bir sürü hırdavat arasında yamyassı yatıyor, öyle pek yakında davranıp kalkacağa benzemiyordu.
Ben, her ihtimale karşı paketimdeki sigaraları sayarken yanımızdaki patikadan iki köylü çıktı. Önlerinde cılız bir eşek yürüyordu.
Köylüler, bize selam verdikten sonra merakla tamiri seyretmeğe koyuldular.
─ Ağalar, nereden geliyorsunuz bakalım böyle?
─ Konya Ereğlisi'nden...
─ Nereye gidiyorsunuz?
─ Adana'ya...
─ Ereğli'den ne vakit çıktınız?
─ Eh, var iki, üç, dört gün...
─ Adana'da ne yapacaksınız?
─ Hiç... Sanki biraz malımız var da satacağız...
Gözüm bu tekerlek tamiri işine pek ilgilenmiş görünmemekle beraber sahiplerinin biraz ilerisinde durmuş olan eşeğe ilişti. Bir yük hayvanı yük yönünden ancak bu kadar bahtiyar olabilirdi... Benim bile pek sıkıntı çekmeden taşıyabileceğim büyüklükte iki sepet...
─ Bu sepetlerde ne var ağalar?
─ Kayısı... Bizim oranın yemişi güzel olur da...
─ Peki bunları Ereğli'de satamaz mıydınız ki bu kadar yolu göze aldınız.
─ Ereğli'de ne para edecek ki?
Çocukluğumda anlatırlardı. Mesela Ankara'dan iki araba armut yükleyip Sinop'a indirirlermiş, orada müşteri bulamadılar mı haydi İnebolu'ya yahut Bolu'ya... Ankara neresi, Sinop neresi, İnebolu neresi? Sonra iki araba armut bunca yola ve zahmete karşı ne kâr bırakır? Daha o zaman bile bunlar bana bir misal gibi gelirdi. Fakat aradan bu kadar yıl geçtikten, şehirler, trenler ve kamyonlar bu kadar birbirine yaklaştıktan sonra Konya Ereğlisi'nden Adana'ya bir eşek sırtında iki sepet kayısı götüren iki köylüyü bugün gözümle görüyordum.
─ Hemşehriler... Bunlarda kaç okka mal var? Kaçtan satacaksınız? Elinize kaç para geçecek?
Köylülerden genci saffetle:
─ Kaçtan müşteri bulacağız bilinmez ki, dedi, haydi diyelim okkasını...
Bir fiyat söyleyecekti. Fakat öteki köylü buna meydan bırakmadı. O,
ticaret işlerinden daha çok anlar bir insana benziyordu. Benim kayısılara müşteri çıkmam ihtimalini düşünmüş ve arkadaşının münasebetsiz bir fiyat söyleyerek piyasayı düşürmesinden korkmuştu.
─ Bizim Ereğli'nin kayısıları hiçbir yerinkilere benzemez, diyordu ve lâkin birazı yolda çürüdü. Yenebilecekleri yedik, pek çürükleri attık. Elimizde sekiz on okka bir şey kaldı. Onları da Anadolu'da kime olsa satarız.
Şoförün yamağı sepetlere yanaşmıştı:
─ Bunlar yarına çıkmaz. Ucuz verin de birkaç okkasını alalım, dedi.
Köylü beni gözüne kestirmiş olacak ki ona iltifat etmedi:
─ Efendi gel, şu kayısıların hepsini sana bırakalım, diyordu. Çürüyenleri varsa onları da atarız.
Sepetten birkaç kayısı çıkarıp getirdi:
─ Şu mala bak. Ye bir tane. Çekinme, yetim malı değil.
Sonra ehemmiyetli bir sır söyleyecek gibi ağzını kulağıma yaklaştırdı:
─ Hani, Adana'da on beşten aşağı vermem ya... Sana on ikiye bırakayım.
Şoförler pazarlığa karıştıkları halde malı düşürmelerinden, ortaya mide bozacak lâkırdılar atmalarından korkuyor, müzakerenin gizli geçmesini istiyordu.
─ Peki alayım, otomobilin içine bırakıver, dedim. Kayısıların hepsi yüz otuz yahut yüz kırk kuruş tutuyordu.
Köylü, pazarlık etmeden, bir kuruş bile kırmağa savaşmadan bu kadar kolaylıkla mal almağa razı oluşuma birdenbire inanamadı. İnandıktan sonra gönlümün rahat etmesi için birçok diller döktü. Kayısıları birkaç gün muhafaza etmek için bana çareler öğretti.
Yüz otuz yahut yüz kırk sayılıp teslim-tesellüm muamelesi yapılır ve helallaşırken kendimi birkaç yüz bin liralık mal almış bir tüccar sanıyordum.
Ticaret seferi artık sonuna ermiş, kervanın Adana'ya inmesine sebep kalmamıştı. Bu esnada bizim otomobilin tamiri de bitmişti.
Köylüler benden bir daha helallık diledikten sonra eşeği tekrar Ereğli yoluna çevirirlerken ben biraz evvel gece olmadan şehre varamamaktan korktuğuma utanıyordum.
Şoförler:
─ Köylüler sizi aldattılar bey, diyorlardı. Biraz daha dayansaydınız, kayısıları bir kâğıda alırdık.
NOT: Bu yayın edebiyat dersi gezi yazısı konusuna örnek olması amacıyla hazırlanmıştır. "Anadolu Notları" kitabını almanız önerilir.